27 Ekim 2010 Çarşamba

Tereyağı vs. Margarin

Hababam Sınıfı'nda Şaban'a memleketten tereyağı gelir de dolabından çıkarıp çıkarıp yer ya. Sonra Güdük Necmi ve tayfası gecenin bir vakti dolaptan tereyağını aşırıp yerine patates püresi koyar. Şaban duruma uyandığında kıyameti koparır:) Türk filmlerinde açık ara favorimdir Kemal Sunal'lı Habam Sınıfı serisi. Şu yaşıma geldim, televizyonda her rastladığımda oturur izler, istisnasız her seferinde aynı esprilere gülerim:)
Başlıktan da anlaşılacağı üzere bugünkü yazı yağlarla ilgili.  Daha önce, sütten, yoğurttan, undan, şekerden bahsettim ama hiç yağ konusuna girmemiştim. Kendisi gayet önemli bir mevzu olduğu için, uzun uzadıya araştırıp yazacağım bir vakitte ele alayım istedim.
Gün içinde yediklerimizin ortalama %20-25lik kısmını yağlar oluşturmakta. Yani yediklerimizin neredeyse çeyreği biraz abartı bir oran gibi gelse de bu yağların çoğunu zaten her hangi bir et,unlu mamül ve süt ürününden gizli yağ olarak aldığımızı da belirteyim.
Peki evde hangi yağları kullanıyoruz? Bir Egeli olarak bendeniz şanslıydım çünkü doğduğumdan beri annem has zeytinyağından başkasına itibar etmezdi. Aynı geleneği ben de sürdürürken, bir yandan da bu seçimin ne kadar yerinde olduğunu araştırdıkça daha da iyi anladım. Ama konumuz sıvıyağlar  değil, o başka bir zamanda konuşulacak. Konumuz katı yağlar, yani margarin ve tereyağı.
Bu konuda üstad kabul ettiğim doktorlardan  Prof. Dr. Kenan Demirkol şöyle diyor: Dedem hayvani bir besin olan tereyağıyla beslenmiş, 117 yaşında ölmüş. Babam ise bitkisel yağların kullanıldığı Vita yağı çocuğu; 59 yaşında öldü. Yani ömrünün yarısını margarine hediye etmiş oldu.

Margarinin yurdum topraklarında tarihçesi pek de uzun değil, aşağıdaki yazı Beslenme Bülteni'nden:

 " Margarin kuşağı
Türk mutfağı uzun yıllardır margarin istilası altında. Margarinin ülkemize giriş hikayesi 28.03.2004 tarihli Sabah gazetesinde şu sözlerle anlatılıyor: “Türk halkı için bir dönem margarinin tek bir adı vardı o da Vita. Sarı kutusu içindeki Vita hemen her evde bulunurdu. Vatandaşın zihnine öyle bir yerleşti ki, yıllar boyunca tüm margarinlerin ortak adı Vita oldu”.
O yıllarda Vita`nın reklamlarına dönemin Türk Sanat Müziği`nin ünlü ses sanatçılarından Güzide Kasacı çıkıyordu. Kasacı, meşhur kahkahasının eşliğinde Vita ile türlü pişirirdi. Vita`nın Türkiye`de bu denli tutması aslında üretici şirket Unilever`in yöneticilerini de çok şaşırtmış. Öyle ki Unilever`in tarihçesinde dönüm noktaları arasında yer alıyor.
O dönem şöyle anlatılıyor: "Vita`nın Türkiye`de üretilip satılmaya başlanması bir Uzakdoğu gezisinden dönen iki Unilever yöneticisinin İstanbul`a uğraması ile gündeme gedi. Küçük bir araştırmayla Türkiye`de margarin ihtiyacı saptandı. Ardından Unilever ile Türkiye İş Bankası arasında kurulan ortaklık için gerekli izin belgesi hükümet tarafından imzalandı ve 5 Ocak 1953 yılında Bakırköy Margarin Fabrikası üretime geçti. Açılışta dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar da vardı. Haftada 50 ton Vita, 20 ton Sana üretimi başladı." Ancak Vita kısa sürede Sana`yı sollayıp geçti. Bu 1970`e kadar böyle devam etti. 1970`te Unilever`in tarihçisinde "önemli bir gün" diye şu not düşüldü: "İlk defa Sana üretimi, Vita üretimini geçti!"


Sana ve Vita imdadımıza yetişir...
Güzel mahallelerimizde sardunyalarımızı diktiğimiz sarı tenekeli Vita ve uğruna kuyruklarda beklediğimiz Sana işte böyle girdi hayatımıza. 50’lerde 60’larda yaşayıp da margarine dokunmamış olan yok gibi. Hatta film yönetmeni Ömer Lütfü Akad margarinin o yıllarda filmini çekmiş: "Tarladan Fabrikaya Bitkisel Yağın Elde Edilişi" isimli bir belgesel...
Unilever Magazin’in Nisan-Mayıs 2003 sayısındaki söyleşisinde Akad, o senelerdeki margarin çılgınlığını çok güzel özetliyor: “O yıllarda Sana ve Vita yağları vardı. Biz hem Sana'yı hem de Vita'yı kullanıyorduk. Başka yağ da yoktu zaten. O zamanlar Türkiye'de ciddi yağ sıkıntısı çekiliyordu. Tereyağı kullanma alışkanlığı yerini yavaş yavaş margarine vermeye başlamıştı. Margarin çıkmadan önce çoğunlukla Urfa ve Trabzon tipi yağları kullanıyorduk. Bir de zeytinyağı kullanıyorduk. O zamanlarda ülkeye bu yağlar yetmez oldu. Urfa ve Trabzon yörelerinden de yağlar gelmez olmuştu. Bu yağ ihtiyacına Sana ve Vita yetişti.”


Yemek dergileri ve gazeteler de imdada yetişir...
90’lı yılların başında Türkiye’nin ilk yemek dergisi çıktığında sevinçten havalara uçtum. Almanyalardan kırk yılda bir sipariş edebildiğimiz dergilerin yerli versiyonu olacaktı.
Gerçekten de Alman dergilerinin yerli versiyonu oldu ilk yemek dergimiz “Mutfak Rehberi”. İki Alman yemek dergisiyle yapılan işbirliği oradan tariflerin tercüme edilmesine ve diaların aynen kullanılmasına olanak sağlamıştı. Alman dergilerinden tercüme yapılırken değiştirilen bir kalem vardı... Orijinal dergideki “tereyağı” Türkçe tercümede “margarin”e dönüştürülüyordu. O dönem derginin patronlarından Emel Başdoğan margarine duyulan bu sempatinin tamamen duygusal(!) olduğunu “Bize tereyağı firmaları değil, margarinciler reklam veriyor. Tabi ki tariflerimizde margarin yazacağız.” diyerek ifade etmiştir.
Daha sonra çıkan Sofra, Lezzet gibi önemli yemek dergileri de margarin modasının sıkı takipçileri olmuşlardır. Gazetelerdeki yemek yazarları da margarinli tariflerin lale devrine katkıda bulunurlar. Gazeteler margarinli tarifler dağıtırlar. Ünlü gurmeler margarinli tariflerin verildiği şahane kitapçıklar hazırlarlar. Margarin kulakçıkları kesilir, kitapçıklar alınır.
Doğal olarak, komşular arasındaki tarif alışverişlerinde de hangi marka margarinin kullanıldığı yazılır. Koskoca yemek yazarlarından iyi mi bilecektir ev hanımları?


Yağsız doktorlar...
Ülkemizde margarinin bu kadar sevilmesinde yemek dergileri, gazetelerdeki yemek tarifleri ne kadar rol oynadıysa, beslenme uzmanları ve doktorlar da o kadar oynadı. Yağsız süt, yağsız yoğurt, yağsız kırmızı et, beyaz et, hindi eti yememizi tavsiye etti beslenme uzmanları.
Doktorlar da yağsız hayatın sözcülüğünü üstlendiler. Hastalarına margarin yemelerini önerdiler.
Margarin iyice içimize işlerken tereyağı sessiz sedasız demode, tutucu sofralarda tutunmaya çalışmıştır. "

İlkokuldayken hatırladığım sahnelerden birinde, annem yemek yemediğim için bana Sana yağ ve Sarelle sürülmüş ekmek yedirmeye çalışmaktadır. Sonra, ben ya ilkokul 5 ya da ortaokul 1. sınıftayken babamın bir gün gelip buzdolabında kalıp kalıp duran margarinleri alıp çöpe attığını hatırlıyorum. Anneme de "Bu margarinlerin molekül yapısı plastikten sadece 1 molekül farklıymış." dediğini hatırlıyorum. O günden sonra evimize margarin girmedi. Tüm margarinli tarifler tereyağıyla değiştirilerek yapıldı. Ne Becel'in zeytinyağlısı (zeytinyağının kendisini kullanıyorduk zaten!) ne de başka markaların "trans yağ yoktur, aynı tereyağı tadında" oyunları bizimkileri kandıramadı. İyi ki de kandıramamış, şimdi işin aslını araştırdıkça insanların nasıl hala margarin kullandığına şaşıyorum doğrusu. Kimyager bir arkadaşım margarinlerin de üzerine aynı sigarada olduğu gibi "Sağlığa zararlıdır" diye yasal uyarı konması gerektiği söyleyip durur.  Az önce de ekşi sözlük'te "margarin"i aratınca şöyle bir yorumla karşlaştım: "bu kadar sağlıksız, sigara ve alkolden daha zararlı, besin değeri sıfır ve plastik yapıya sahip olduğu söylendiği halde, sağlık bakanlığının neye dayanarak üretimine hala izin verdiğini anlayamadığım katı yağ süsü verilmiş plastik madde. "

  Oysa hatırlarsınız, çok değil, bundan 1-2 yıl önce bir grup doktor, diyetisyen ve bilim adamı "Margarin hakkında 7 Gerçek" sloganıyla televizyona çıkıp: "Margarin bla bla şöyledir, margarin bla bla böyledir, gönül rahatlığıyla margarin yiyebilirsiniz." diye reklamlarda oynamışlardı. Bunun altında yatan neden de şu şekilde açıklanmış: "Mutfak Ürünleri ve Margarin Sanayicileri Derneği (MÜMSAD),'Margarinden korkmayın' kampanyası yaparak büyük bir promosyon atağına geçti. Televizyon ve gazetelerde bol bol reklam ve reklam kokan haberler yayınlanmaya başladılar. Üstüne üstlük piyasada ünlü birçok diyet uzmanı ve akademisyenini de yanlarına çektiler. Bütün tedirginlikleri nüfus artışına rağmen son 6 yıllık margarin üretiminin 160 bin tonu geçmemesi."

Peki margarin ne kadar sağlıksız? Bu konuyla ilgili en güzel cevabı yine doktor Ahmet AYDIN sitesinde vermiş, okumanızı şiddetle tavsiye ederim, buyrun buraya tıklayın.

 Aslında verdiğim linklerdeki yazıları okuduysanız bana söyleyecek pek de fazla bir şey kalmıyor. "Tereyağı kokuyor, margarin daha hafif" türünde yorum yapan arkadaşlarıma da hep aynı şeyi söylüyorum: "Pastörize edilmemiş çiğ sütü bir kavanoza koyup biraz çalkaladığınızda bile tereyağı elde edersiniz, yani o kadar doğal. Ayrıca tereyağı mis gibi kokar!":) Öte yandan margarin hidrojen yedirilerek kimyasal işlemlere tabi tutulan ve aslında doğada varolmayan bir yağ. Üstelik tereyağının binlerce yıllık geçmişiye kıyaslandığında verdiği zararların henüz tam anlamıyla idrak edilemediğini düşünmekteyim. Bundan 20 yıl önce bırakın kapalı mekanları, uçaklarda, otobüslerde dahi sigara içildiğini hatırlıyorum. Bana öyle geliyor ki verdiği zararlar anlaşıldıkça bundan bir 20 yıl sonra da hazır gıda markaları ve restaurantlarda margarin kısıtlamasına gidilecek. (Ya da en azından ben böyle olmasını umut ediyorum.) Daha şimdiden Amerika'da cafe ve restaurantlarda trans yağlara getirilen sınırlamalar da aslında bunun habercisi niteliğinde. (bakınız: link -  yazının sonunda margarin üzerine doktorasını yapmış uzmanın yazısı da oldukça vurucu!)
Dikkatimi çeken bir diğer ayrıntı ise google'a sadece "margarin" yazsanız dahi margarinin tanımının ardından gelen "margarinin zararları" yorumları. Wikipedia'da dahi margarinin nasıl elde edildiği açıklandıktan sonra verdiği zararlar sıralanmış, bence bir nevi sigara muamelesi yapılmıştır. (bkz. wikipedia )

Bir de margarini araştırırken karşılaştığım bir diğer tartışma konusu ise şu şekildeydi: "Evde kendiniz de deneyebilirsiniz: bir paket margarin alın ve gölge bir yere koyun. iki gün içinde şunları gözlemleyeceksiniz; üzerinde bir tane bile sinek yok! (bu size birşeyler anlatmalı.)
Çürümemiş ve kötü kokmamıştır. Çünkü hiçbir besin değeri yoktur ve üzerinde hiçbir şey gelişmez. Hatta mikro organizmalar bile yerleşmez. Neden? Çünkü nerdeyse plastiktir. Evdeki plastik kablonuzu eritip de tostunuza sürer misiniz?"
(kaynak: link )

 Eve margarin sokmasak da dışarıda yediğimiz hemen herşeyin içinde margarin olduğu bilinciyle hareket etmemiz gerekiyor bir de. Geçenlerde bir pastanede ekler alırken "Bunun içinde hangi yağ var?" diye bir soru sorma gafletinde bulundum, adam uzaylı görmüş gibi baktı bana:) İşin acıklı yanı "Bu pastane en iyisidir, en ünlüsüdür, bunda olmaz." dememek gerekiyor. Burada ve burada İstanbul'da oturanlar hangi pastanelerde neler kullanılıyor daha ayrıntılı bilgi alabilirler.Eh margarinden bu kadar bahsettikten sonra tereyağına dair söyleyeceklerimi de unutmadan ekleyeyim. Bunca yıl yumurta ve tereyağı "kolesterol kaynağı" diye kötülendi durdu. Ve şimdi yeni yeni işin aslının öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Ama tabi tereyağı hususunda dikkat etmemiz gereken şeyler de var: Bunların en başında gelen tereyağının "gerçek tereyağı" olup olmadığı.Piyasada hazır bir çok tereyağ markası bulunmakta ve bunların bir kısmı maalesef tereyağı adı altında bambaşka şeyler satmakta. Dolayısıyla etiketleri iyi okuyalım; içinde ne kadar fazla madde varsa besin değeri o kadar az demektir. Benim tercihim her zaman hazır paketlenmişten ziyade, ev yapımından yana. Dolayısıyla ben tereyeğımı güvendiğim bir çiftlikten alıyorum, otlayan inek ve keçilerin sütünden yapılan tereyağı gerek koku gerekse tat olarak hazırlardan oldukça farklı oluyor.

Hee bir de "e bu iyiymiş" diyip herşeyi tereyağıyla yapıp b.kunu çıkarmayın, doymuş yağ denen bir olgu da var keh keh:))Konuyla ilgili son bir kaç link daha veriyor hepinizi öpüyorum gençler:)
Kolesterol ve tereyağıyla ilgili oldukça açıklayıcı bir makale: link 1
Geleneksel ve modern beslenme arasındaki farkları çarpıcı biçimde anlatan başka bir yazı: link 2
D

13 Ekim 2010 Çarşamba

welcome oh lovely october

Resimde gördüğünüz boynuz şeklindeki sepetin adı "cornucopia" diğer adıyla "horn of plenty", türkçeye "bereket boynuzu" olarak çevrilmiş. Blog profil resmimi de bu bereket boynuzundan dökülen ürünlerden seçmiştim zamanında. Bu bereket boynuzunun aslında ilginç bir hikayesi var. Dünyanın hemen her yerinde "güz hasadı" (fall harvest) denen bir olay mevcut. O yörede güz dönemi ne yetişirse onun hasadı yapılır, bu yılın son hasadı olur ve toprak kış için uykuya dalar. Yılın son hasadı olması sebebiyle, sonraki bahara kadar bir nevi "Toprak Ana'ya veda" niteliğinde güz hasadı için festivaller düzenlenir. Bu festivaller Amerika'da genellikle panayırlar kurularak kutlanır, hep filmlerde dizilerde görür, "ah keşke burda da olsa" derim ben hep:) "Olayı neymiş?" diye soracak olursanız da altından her zamanki gibi Yunan Mitolojisi çıkmakta:) Efsaneye göre keçi şeklindeki tanrı Amalthea tanrı Zeus tarafından yetiştirilmiştir. Bir gün ikisi oynarken Amalthea'nın boynuzu kazara kırılır. Zeus kırılan boynuzun yerine özel güçlere sahip, her kimsenin dilediği herşeyi gerçekleştirecek bir boynuz verir ve oradan da bereket boynuzu ortaya çıkar. Özellikle tanrıça Fortuna elinde hep bu bereket boynuzuyla tasvir edilir. Tabi bu boynuzun yine çeşitli mitolojik hikayelerde kadının doğurganlığının sembolü olduğu, tek boynuzlu uçan at "Unicorn"la ilişkili olduğu ve hatta hristiyanlıktaki "kutsal kase"ye kadar olan varyasyonları mevcut.
 İnternette bereket boynuzunu biraz daha araştırınca dini ritüellerin paganizme dayandığı (ki bunu biliyordum) ve tüm dinlerdeki bir takım özel günlerin aslında birbirlerinin biraz farklı kopyaları olduğu gerçeği ilginç bir ayrıntıydı. Örneğin Şükran Günü (Thanksgiving) Amerika'da kasım ayında, Kanada'da ise ekim ayında kutlanır, kaynağı da güz hasadına dayanır ve bu da paganların 21 eylülde kutladıkları sonbahar ekinoksuna dayanır. Yani "o buna, bu şuna dayanır." şeklinde gidiyor bu olay. Neticede hepsi dediğim gibi "Zeitgeist"vari biçimde birbiriyle iç içe geçmiş durumda.
Meraklı bünyeler için bir kaç ilginç ayrıntı daha vereyim;
- Haliç'in İngilizce'deki adı olan "Golden Horn" (Altın Boynuz) isminin bereket boynuzundan geldiği söylenir. Buyrun link
- Hristiyanlıkta 31 Ekim gecesi kutlanan Helloween de pagan kaynaklı bir kutlamadır ve kaynağı yine "Ölen Toprak Ana'ya veda" dır. Buyrun link
 Nereden nereye geldik yine? Tamam kısa kesiyorum:)

Bir kaç gün önce facebook sayfama da yazmıştım bu başlığı: "welcome oh lovely october" diye.

Etrafımda herkes "Öff bu nasıl bir havadır?", "Amaan yağmurlar çamurlar başladı gene!", "Yaa kış ne çabuk geldi!" diye söylenirken ben de yüzümde mesut bir sırıtışla dökülen yaprakları seyrediyor, bulutlu, rüzgarlı, yağmur çiseleyip duran gri havanın keyfini sürüyorum. Herkes "yaz mevsimi!" diye ölürken bendeniz -kurt puslu havayı sever misali -"açık ara farkla sonbahar!" diyorum.
Ekim ayı ise sanırım en sevdiğim ay. Ne o yaz sıcakları kalmıştır geriye ne de kara kış soğukları vardır henüz. Tam arada, serince bir havaya sahiptir ekim. Ceketini, hırkanı almadan evden çıkamazsın belki ama dışarıda da soğuktan tir tir titremezsin. En güzeli ise çevredeki değişimdir. Etrafta dökülen yaprakların turuncusu, yağmurlu havanın grisi ile kombinlenmiştir ki bence bir tablo güzelliğindedir.
Sonbahar aslında doğanın yavaş yavaş ölmesine bizzat şahit olmamız nedeniyle -ki bir de üstüne kapalı havalar eklenince- herkesi hüzünlendirir. Ama ben melankolik bir insan olarak sanırım bundan haz almaktayım:)
Bir de ilkokulda (tabi o zamanlar ilköğretim okulu diye bir şey yoktu.) hayat bilgisi dersinden anımsadığım parça parça cümleler var sonbahara dair: "Sonbaharda okullar açılır. Güz yağmurları başlar. Annelerimiz evde kışlık hazırlıklarını tamamlar, salça yapar, turşu kurarlar."  (salça ve turşu kurma aşamasına henüz gelmedim ama gönlümden geçmiyor da değil hani salça, turşu ve hatta tarhana yapmak:))
Bu mailde görüldüğü üzere size engin bilgi denizimden(öhöm öhöm:P) yeni bir haberle gelmedim. Geçen sene bloğum için isim ararken bir anda aklıma geldi ekim hasadı ve ben de hazır favori ayım gelmiş iken, ekim ayına, güz hasadına ve sonbaharın güzelliğine dair bir kaç resim paylaşayım istedim, yani bu mailinin öyle yüce bir amacı yok:)
Öperim herkesi!
D








31 Ağustos 2010 Salı

Kozmetik Tehlikesi

Kullandığımız kozmetik ürünlerin %60’ının cildimiz tarafından emilerek dolaşım sistemimize karıştığını biliyor muydunuz?
O yüzden bu siteyi bir yere not edin: http://www.cosmeticsdatabase.com/



   Bugün çalışkanım görüldüğü üzere:) Ama bu linki paylaşmadan edemezdim, kaç gündür kafamın içinde dolanıp duruyordu "Bu siteyi kızlara göndermeli." şeklinde.
Bu websitesi üyesi olduğum bir organik gıda forumunda tavsiye edilmişti önce. Ardından bu aralar okuduğum Ekolojik Zeka kitabında da referans siteler arasında karşıma çıkınca daha da içime sindi.
Sitenin olayı şu: kullandığın kozmetik ürününü yazıyorsun ve o ürünün içindeki maddeleri analiz ederek sana, yani vücuduna ne kadar zarar verdiğini gösteriyor. 0 ile 10 arasında bir numaralandırma sistemi yapmışlar. 0-2 arası yeşil bölge ve kullandığın ürün tamamen doğal ve zararsız anlamına geliyor. 3-6 arası sarı, yani çok da zararlı olmasa da yine de içinde bir takım zararlı kimyasallar var anlamında. 7-10 arası ise kırmızı, yani bildiğin alarm modunda, içindeki maddeler kanser başta olmak üzere şu ,şu hastalıklara sebep oluyor diye de açıklaması mevcut.
Tabi her kullandığın ürünü bulamıyorsun sitede. Çünkü sitedeki ürünler bildiğin laboratuvar testleri sonucu kaydedilmiş durumda. Hatta siteye bağış yaparak daha çok ürünün test edilmesine katkıda bulunabiliyorsun. Ben bulamadığım ürünlerin içindekiler kısmındaki maddeleri aratıp, o maddelerin zarar numarasını (sitede hazard score diye geçiyor) bulabildim.
"Ya ben zaten çok şey kullanmıyorum, o kadardan birşey olmaz." diyenler için vücudumuzla temas eden ürünleri bir özet geçeyim isterseniz; tüm makyaj malzemeleri, sabun, yüz temizleme jelleri, tonikler, nemlendiriciler, şampuan, duş jeli, diş macunu, güneş yağı, oje vb. şeklinde bu liste uzar gider. Pek de azımsanacak miktarda değil yani:)
Benim kullandığım ürünler kısmen iyi, yani öldürmez ama süründürür cinsten:) Cilt bakım ürünlerimi genellikle Clinique kullandığımı bir kısmınız zaten biliyor. Clinique seçmemin sebebi ise, renklendirici, parfüm vs.den uzak sadece cilt bakımına yönelik bir tavrı olması ve cildime iyi gelmesiydi. Ama kontrol ettiğim kadarı ile hep sarı bölgede ürünler kullanıyorum. Acaba yeşil bölgede hangi markalar varmış diye şöyle bir baktım ama çoğu Türkiye'de satışı olmayan organik kozmetik ürünleri. Yurdum topraklarında kısmen iyi olan markalar ise Body Shop (sadece hassas ciltler için olan ürünleri yeşil bölgede), Lush ve bir kaç organik marka. 
Bundan sonra elimde bir laptop, girdiğim kozmetik mağazasında alacağım ürünü yazıp, numarasına göre seçeceğim:P Şaka bir yana, ekolojik bir kaç markayı gözüme kestirdim ve denemeyi planlıyorum. Gerçi herkesin cildi farklı olsa da ben sonuçtan memnun kalırsam sizi de haberdar edeceğim.
Şimdilik bu kadar. Öperim herkesleri dostlar!

Not 1:Başlık da ana haber bülteni alt başlığı gibi olmuş!:))

Not 2: Ekolojik/organik kozmetik ürünlere dair bir kaç da link paylaşayım:

http://www.thelifeco.com.tr/makaledetayi.aspx?page=5&article=4488
http://www.thelifeco.com.tr/relaxation-beauty.aspx?id=6552
http://www.izafet.com/makyaj-ve-cilt-bakimi/500334-ilk-turk-organik-kozmetik-markasi-rareblossom.html
http://binbirincigece.blogspot.com/2010/04/organik-kozmetik.html


Sevgiler
D

Knidia Çiftliği Datça

Hani size Buğday Derneğinin bir ekolojik tarım projesinden bahsetmiştim şubat ayında Ta-Tu-Ta adında. "Yazın gideceğim."demiştim. Yaz geldi ve geçti. Peki ben ne yaptım; tabii ki gittim!:)
Türkiye'de Ta-Tu-Ta kapsamında organik/ekolojik tarım yapan 70 civarında çiftlik var ve Filiz'le ben Datça'daki Knidia Çiftliği'ni seçtik. Aslında benim temel seçme sebebim ağustos ayı içinde çiftlikte harnup (keçiboynuzu) pekmezi yapılacak olmasıydı ama bizim gittiğimiz ağustosun ilk haftası bize sadece harnupları toplama işi düştü:/ 1 hafta daha kalsaydık, koca kazanlarda tüm gün boyunca kaynayan keçiboynuzlarının nasıl pekmeze dönüştüğüne bire bir şahit olacaktık ama olmadı. Bu 1 hafta içinde neler yaptık diye soracak olursanız; genel itibariyle kendimizi badem toplamaya verdik!:) Onun dışında keçiboynuzu topladık, şimdiye kadar yediğim en lezzetli domateslerin olduğu bağı suladık, bağdaki biberler, patlıcanlar, karpuzlar, bamyalar, taze fasulyeler, börülceleri "ayy ne güzelsiniz lan!" diyerek sevdik, çiftlikle ilgilenen Nuran ablanın yaptığı keçiboynuzlu ve bademli ekmeklerini hiç ekmek görmemiş insanlar edasıyla yuttuk, güzel insanlarla tanıştık ve ekolojik tarıma dair ilginç detaylar öğrendik.
Çiftlikte kaldığımız süre boyunca ilginç bir diğer detay da her gece  11-12ye kadar oturup sabah 5 buçuk 6'ya doğru kalkmamıza rağmen inanılmaz zinde olmamızdı. Ortalama 6 saat uykuyla o kadar dinlenmiş ve dinç olarak uyanacağımızı tahmin etmezdim. Bunu 100 dönümlük tamamen ekolojik bir çiftliğin göbeğinde, hem de açık havada (çardaklarda), tamamen temiz bir havada uyumaya bağlamak lazım sanırım. Neyse ben susayım, biraz da fotoğraflar konuşsun:)
Öperim herkesi!
D

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Bilinçli "Tüketici"nin kütüphanesi

Son bir kaç yılda ekoloji/gıda üzerine bayağı bir okuma yapmış olduğumu farkettim. Belki de bu yüzden susmaz hale geldim:) Okudukça öğrendim, öğrendikçe sevdiklerime anlatma isteğiyle çenem kapanmaz oldu. Olsun!:)
Tüm insanlık tarihi boyunca, insanoğlu olarak, dünyanın bize cömertçe sunduğu tüm nimetleri en ufak bir minnet duygusu hissetmeden tükettik. Bunda bir sorun yok aslında. Asıl sorun tüketirken bir yandan da kaygısızca kirletmek, doğanın tolerans gösteremeyeceği kadar zarar vermek- ki günümüz insanının en iyi yaptığı şeylerden biri bu şu anda.
Doğanın dediği şu aslında: "Ye,iç, kullan ama zarar verme. İsraf etme. Sen evinden, çevrenden çöpünü uzaklaştırırken onu doğanın yokedebileceği şekillerde yap. Ziyan etme, onun yerine geri dönüştür."
Ben bir insan olarak-bilinçli bir tüketici olarak kendi üzerime düşen görevleri yaptığıma inanıyorum-şu an kısmen de olsa. Doğanın "ah"ını almamaya dikkat etmeye çalışıyorum elimden geldiğince. Konunun ayrıntılarını daha sonra yazacağım ama şimdi konuyu dağıtmamak adına burada kesiyorum.
Aşağıda son zamanlarda okuduğum, beğendiğim, tavsiye edeceğim kitaplar var. Zamanı, ilgisi olan herkesin okumasını tavsiye ederim. Okuduktan sonra çevrenize başka gözlerle bakıyorsunuz ister istemez.  Zaten okumanın amaçlarından biri de bu değil midir; Kişiyi daha iyi bir birey haline getirmek.



Etobur - Otobur İkilemi / Michael POLLAN (Pegasus Yayınları)
Sanırım en çok etkilendiğim kitap buydu. Michael Pollan ülkesi Amerika'da bir gazeteci ve ekoloji, konvensiyonel ve organik gıda üzerine 6 kitap yazmış ve bu türkçeye çevrilen ilk eseri.
Kitapçıda gördüğümde dikkatimi çekmişti, öncesinde yazara dair hiç bir bilgim yoktu. Arka kapağı ve içinde kitaba dair çeşitli gazeteler, dergiler ve kişilerin yorumlarını okuduktan sonra elimde kitapla çıktım o mağazadan:)
Yediklerimize dair öyle doğru tespitleri var ki,"Ben daha önce neden bunu farketmemişim ki?" diyeceğiniz kadar basit ama bir o kadar da çarpıcı.
Bir kaç örnek verecek olursam:

“Michael Pollan okuması çok keyifli bir yazardır fakat yazdığı gerçekler keyif vermemektedir. Kitabın satır aralarında verilen ürkütücü bilgiler politik gerçeklerin yansımalarını ortaya koyar. Her gün süpermarketlerde yapılan tercihler geleceğimizi belirler ve bu yapı kitabın konusunu oluşturur. Gıda zinciri boyunca yapılan yolculuk gündelik yaşantının gizli politikalarını derinlemesine bir araştırma niteliğindedir.”
Mark Danner, yazar

“Michael Pollan bir sihirbazdır… Mısıra, domuzlara ve tavuklara dair zihin açıcı ve parlak birtakım açıklamalar getirmektedir. Yediklerimizi nasıl ürettiğimizi, pazarladığımızı ve bundan dolayı nasıl ıstırap çektiğimizi gözler önüne sermektedir. Eğer “akşama ne yiyeceğiz” sorusunun basit bir soru olduğunu düşünüyorsanız Pollan’ın günümüzün gıda sanayisine yönelttiği sert eleştirileri ve ortaya koyduğu etkileyici alternatifleri okuduktan sonra fikrinizi değiştirebilirsiniz. Kitabı o kadar çok beğendim ki bitmesini istemedim.
TheStatileTimes

“Yiyecek zincirine yapılan bu gezinti dondurulmuş gıdaların etiketlerini farklı bir gözle okumanızı, bifteğe uzanırken tereddüt etmenizi ve organik yumurta alıp almamayı düşünmenizi sağlayacaktır Artık asla bir Tavuk McNugget’ına aynı gözle bakamayacaksınız… Pollan vaaz verme meraklısı değildir; ideolojiye teslim olmayacak kadar dikkatli bir yazar ve inatçı bir araştırmacıdır. Aynı zamanda komik ve maceraperesttir.”
publisher wekly

Geçen hafta aldığım Newsweek dergisinde ise dikkatimi çeken başka bir ayrıntı "What you need to read now" başlığı altında bu kitaptan bahsedilmesiydi. Çeşitli konularda(Siyaset, ekonomi, gıda vb. en iyi beyinlerden çıkmış en iyi kitapların listesiydi bu ve gıda bölümü altında Michael Pollan'ın bu kitabından övgüyle bahsediliyordu. Bahsi geçen yazının linki de budur:  newsweek

Taş Devri Diyeti / Prof. Dr. Ahmet AYDIN
Benim için tam bir başucu kitabı oldu bu kitap! Bir kere adına kanıp da bir "diyet kitabı" sanmayın kesinlikle. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı başkanı olan Ahmet Aydın son yıllarda üzerine hiç düşünmeden geliştirdiğimiz beslenme şeklindeki ufak değil, basbayağı eşşek büyüklüğündeki hataları nedenleri ve sonuçlarıyla beraber öyle güzel ve akıcı bir dille anlatıyor ki, hem okuduundan sıkılmıyorsun hem de okuduklarından tamamen tatmin oluyorsun. Neden margarin değil de tereyağı yememiz gerektiğinden, UHT sütlerin ardında yatan ekonomik çıkar savaşlarına, kolesterol ve şeker hastalığının ardındaki gerçeklere kadar bir çok konuda resmen "kafa açan" bilgiler içeriyor. Hem kendim tekrar tekrar okudum hem de çevremdekilere resmen silah zoruyla okuttum he he:)

Beyaz Unsuz Şekersiz Hamur İşleri / Arzu AYGEN- Ülfet AYGEN

Evet bu kitaptan da daha önce bahsetmiştim hatırlıyorsanız. Temelde bir tarif kitabı fakat neden beyaz un, neden rafine şeker kullanmamamız üzerine yazdıkları yazılar ve verdikleri daha sağlıklı alternatifler oldukça işe yarıyor. Şeker yerine pekmez kullanmayı bu kitap sayesinde öğrendim mesela:) Ve ilk ekşi mayamı kitaptaki tarife göre yapmıştım zamanında, hey gidi günler:P




Hayvan, Sebze, Mucize / Barbara KINGSOLVER
"NE YERSEK O'YUZ!" kitabın özü aslında.
Şu an okumakta olduğum kitap ve muhteşem gidiyor! Bitirmeden tam bir yorum yapmak istemediğim için kitapla ilgili arka kapak yazısını sunuyorum aşağıda:
"Bu kitap… bir yılı çalıştığımız yerde üretilen yiyecekleri tüketerek, komşularımızla iyi geçinerek, çevremizdeki suyu içip havayı soluyarak geçirmenin ailemizi nasıl değiştirdiğini anlatıyor.'

Yazar Barbara Kingsolver ailesiyle birlikte endüstriyel gıdalarla ilişiğini kesip -kendi deyimiyle göbek bağını kopartıp- soluğu Güney Appalachia'daki çiftliklerinde alır ve bir sene boyunca yalnızca kendi muhitlerinde yetişen yiyecekleri tüketmeye, hatta bunları kendileri yetiştirmeye ya da onlarsız yaşamayı öğrenmeye ant içer.
Anılarla çok ciddi bir gazetecilik araştırmasını harmanlayan Hayvan, Sebze, Mucize büyüleyici anlatımıyla gözlerimizi şu kadim gerçekliğe tekrar tekrar açıyor: Ne yersek oyuz.

'Şahane bir kitap. Okuduktan sonra insanın Kingsolver ile bezelye ayıklayası geliyor!' —Los Angeles Times"


 Gıdalar, Ambalajlar, Silahlar ve Açlar / Mebruke BAYRAM

Ve bir Türk yazar bu sefer Türkiye'deki gıda ve tarım politikalarından bahsediyor. Yine bir "HAYY KİTAP" eseri.
Kitapla ilgili en açıklayıcı yazı sanırım onun yazdığı makalede mevcut. Link için buraya tıklayabilirsiniz.





Ekolojik Zeka / Daniel GOLEMAN
Daniel Goleman aslında çok sevdiğim "Duygusal Zeka" adlı psikoloji kitabının yazarı bir psikolog. Ekolojik kaygıları olduğundan ise geçen gün kitapçıda dolanırken bu kitabı görerek haberdar oldum. Kitabın iç kapağında yazanlar ise almam için sebep oldu, okuma listemde sıradaki kitap budur dolayısıyla.
İlnginç bir bilgi de şu şekilde:  Daniel Goleman’ın öne sürdüğü "Ekolojik Zeka" kavramı geçtiğimiz günlerde Time dergisi tarafından ‘Dünyayı Değiştiren 10 Fikir’den biri seçildi. Bakınız: link


Benden şimdilik bu kadar dostlar. Sağlıklı, bilinçli, mutlu olmanız dileğiyle. Öpenzi!
D








22 Temmuz 2010 Perşembe

Rafine Şeker Gerçeği vol.2

Şekerle ilgili yazım üzerine siz sevgili arkadaşlarımdan bir takım sorular geldi. Bildiklerimi cevapladım, bilmediklerimi de araştırdım ve önceki yazımı biraz da özet niteliğinde yazdığımı farkedip şeker üzerine önemli gördüğüm bir kaç ayrıntıyı daha yazmaya karar verdim.Bu arada, evet, bazen çok çenesi düşük görünebiliyorum, farkındayım ama bildiklerimi siz sevdiklerimle paylaşmak benim asıl niyetim. Sohbet ortamlarında zararlarını bildiğim birşey hakkında susmak bilmiyorum ama n'apayım kendimi engelleyemiyorum! Madem sağlıklı yaşayıp geç öleceğim, bari yalnız kalmayayım istiyorum:P
Öncelikle şöyle soruyorlar bana: Eee bu kadar anlatıyorsun da sen hiç mi şeker kullanmıyorsun yani mutfakta?
Cevap veriyorum: Evet ben de kullanıyorum. Günümüzde hepimizin damağı bu tada alışmış iken ve şeker alternatifleri çok ama çok daha pahalıya malolurken, elbette ben de tamamen hayatımdan çıkarmadım rafine beyaz şekeri. Ama belli bir takım önlemler alıyorum bunun için. Şöyle ki;
-Daha önce yazdığım gibi, damak tadımıza uygun şeker miktarını epeyce bir azalttık Emre de ben de. Eskiden küçük çay bardağına 2 küp şeker atarken şimdi büyük bardağa 1 küp şeker atıyorum veya yanında tatlı birşeyler yiyorsam hiç şeker atmıyorum. Şeker eşiğini düşürmek=daha az şeker tüketmek. Mesela evde yaptığımız limonataların şeker miktarına öyle alıştık ki, hazır şişelenmiş limonatalar resmen şerbet gibi geliyor!
-Rafine beyaz şekere alternatif olarak pekmez ve bal kullanıyorum uyarlanabilir tariflerimde. Çünkü pekmez ve balın içindeki şeker doğada varolan bir şeker türü, dolayısıyla çok daha sağlıklı. "Ayrıca şeker kullanımı o kadar da eski bir şey değil diyorsun, peki ya Osmanlı zamanında yapılan tüm o şerbetler,macunlar, lokumlar nasıl tatlandırılıyordu?" diye soran bir arkadaşım oldu. Cevap veriyorum: Bal ve pekmez:) Bir de timeturk sitesinde şekerle ilgili yazısında şöyle bir açıklama var:
"Atalarımız şekeri nasıl üretip tükettiler?
"İnsanlar geçmişte asırlar boyunca, hurma, üzüm, elma ve armut gibi yoğun şekerli meyvelerin suyunu sıkarak "şeker" niyetine kullanmışlar. Kimi zaman da meyvelerden elde ettikleri suyu kaynatıp, pekmez yaparak şeker ihtiyaçlarını karşılamışlar. Bu asırlardır dünyanın her yerinde var olan bir gelenek. Kısaca meyveler, bal ve pekmez, insanların “doğal şeker” olarak tanıdıkları, vücutları ile tamamen uyumlu ve faydalı etkileri olan gıdalar.

Kristal şekerin elde edilmesinde hareket noktası ise “şeker kamışı” olmuş. Geçmişte tarih boyunca şeker kamışından hareketle şeker elde edilmiş.

Tropikal ülkelerde yetişen şeker kamışı, çok su ve çok sıcak seven bir bitki. İnsanlar şeker kamışının boğumları arasındaki sıvıyı fark ettikten sonra, mengenelerde taşın arasında suyunu sıkıp, ya hemen tüketmişler, ya daha uzun ömürlü kullanmak amacı ile kaynatıp konsantre etmişler ya da geleneksel yöntemlerle konsantre olan sıvının dibindeki kristalleşmiş tortuları buharlaştırarak kristal şeker haline getirip kullanmışlar. Şeker kamışının içindeki su miktarı ne kadar fazla ise çabuk bozulma ihtimali de o kadar çabuk olur! Bunun için, bildiğimiz pekmez usulü kaynatıp konsantre ettikten sonra buharlaştırmışlar ve kristal şeker halinde kullanmışlar." 

Peki, tabiat "doğal şekeri" nerede saklıyor ve bize nasıl sunuyor?
"Şeker kamışı veya şeker pancarından elde edilen kristal şekerin içinde “sükroz” diğer adıyla “sakkaroz” denilen bir madde vardır. Meyveler “früktoz” içerirken, bal hem früktoz, hem glikoz hem sükroz hem de maltozu bir arada içermektedir. Yani balda tüm şekerler “doğal” olarak mevcut…

Bütün şekerli bitkiler fotosentez ile topraktan aldıkları su ve mineralleri kendi içinde sentezleyerek şekere dönüştürüyor. Örneğin elma, topraktan su ve mineral alıyor, güneşten aldığı ışınlarla kendi fabrikasında doğal kimyası ile şeker imal ediyor. İmal ettiği bu şeker insana birebir uyumlu.

İnsan da tabiatın bir parçası meyveler de kısacası topraktan elde edilen her şey tabiatın bir parçası, arılar da tabiatın bir parçası onların çiçeklerden imal ettiği bal da, kısaca tabiatta var olan doğal gıdaların tümü insan doğasına birebir uyumludur ve bu gıdalarda bulunan maddelerin insan vücudu için önemli etkileri vardır. Ancak, tabiattan gelen doğal gıdalar dıştan müdahale ile başka bir şekle dönerse işte o zaman insana zehir etkisi yapıyor.

İşte insan hayatı için hayati önem taşıyan şeker de dıştan müdahalelerle zehire dönüşmüştür. Bu noktada şeker kamışının tarihine baktığımızda her şey net olarak ortaya çıkmaktadır." 
(Yazının tamamı için buraya tıklayabilirsin.)


Yüksek Fruktozlu Mısır Şurubu (HFCS-High Fructose Corn Syrup)

Yukarıdaki 4 kelimeye iyi bakın şimdi. Tam adı yukarıdaki şekilde olan bu maddenin her yerde karşımıza çıkan pek çok adı var aslında. Bunlar; mısır şurubu, glikoz şurubu, fruktoz, dekstroz, nişasta bazlı şeker(NBŞ), mısır şekeri vb.
Ve sizden ricam; Hepimiz 2-3 günde bir muhakkak marketlere uğruyoruz. İlk market alışverişinizde aldığınız ürünün arkasını çevirip "içindekiler" bölümünde bu yukarıdaki isimlerden bulunup bulunmadığına bir bakın. Ya da ben size söyleyeyim; Elinize aldığınız 10 paketin 9'u bu şekeri içermekte!
Michael Pollan "Etobur-Otobur İkilemi"(Omnivore's Dilemma) adlı kitabında şöyle demektedir: "Günümüzde mısır ya da soya fasulyesi içermeyen bir işlenmiş gıda bulmanız neredeyse imkansızdır."
Soya konumuz değil, onu şimdilik geçelim. Gelelim mısırdan üretilen bu şekere. Şeker pancarından elde edilen şekerden kat kat daha tatlı olan bu madde-yanlış hatırlamıyorsam 1 kilo mısır şurubu 1 kamyon çay şekerine eş değerde tatlandırıyordu-çay şekerinden çok daha ucuza mal edildiği için hazır gıda endüstrisinde tercih edilen ilk tatlandırıcı. "Eee ne zararı var bunun? Alt tarafı mısır!" diyebilirsiniz ama bunu sormanız yerine Google'a "Yüksek Fruktozlu Mısır Şurubu" yazıp çıkan sonuçlara bir göz atmanızı tavsiye edeceğim, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız:)
Bir kaç alıntı yapacak olursam;
"Fruktoz sık sık sağlık sorunlarına yol açabildiği iddia edilen bir şekerdir. Öyle ki fruktozun alkol ürünlerinin gösterdiği hasarın bir benzerini insan vücudunda gösterdiği belirtilmektedir. Bunun yanında insan karaciğeri de devamlı olarak fruktozu yağa çevirdiğinden dolayı metabolik sendrom riskini arttırmaktadır."(Bkz. wikipedia)

"Früktoz, meyvelerdeki şekere verilen isim. Doğal yolla, yani meyveden ve dozunda alındığında zararı yok. Ancak, piyasada satılan ve hazır gıdalarda kullanılan früktoz, kimyasal yolla elde ediliyor. Maalesef kaynağı meyve değil, mısır!" (Bkz. link)

"Şekerpancarından üretilen sakkaroz adı verilen şeker yarı yarıya Glikoz ve Fruktoz içeriyor. Mısır şurubundan üretilen şekerde ise yüzde 90`lara varan oranda Fruktoz bulunuyor. Glikoz vücudun tüm hücrelerinde kullanılabilirken Fruktoz sadece karaciğer için gerekli. Bunun miktarı da günlük 15 gram. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kubilay Karşıdağ, vücuda fazla giren Fruktozun karaciğerde yağlanmaya, kanda trigliserid denen yağların artmasına ve insülin direncine sebep olduğunu belirtiyor.
...Fruktoz tüm şekerler arasında en hızlı yağa dönüşenidir, böylece kan trigliserid düzeyini çok yükseltir.
...Ürün etiketlerinde şeker türünün yazılması konusunda da uygulamada suistimaller yapılıyor. Paketlerin üzerinde hangi şeker türünün hangi miktarda kullanıldığı net olarak yazılmıyor. Prof. Dr. Karşıdağ, `Bu konuda ilk görev denetleyici mekanizmalara düşüyor. Fruktozun nelerde kullanılabileceği, nelerde kullanılamayacağı, bunların miktarının ne olması gerektiğinin vurgulanması zorunlu. Ayrıca Fruktoz elde edilirken genetiği ne kadar değiştirilmiş mısır kullanılıyor o da bilinmiyor.` diyor."
(Bkz. Resmi Gazete )

Evet sevgili dostlar, hal böyleyken böyle! Pek çoğumuz yediğimiz gıdayı irdeleme ihtiyacı hissetmiyoruz, bir o kadarımız da "Aman canıım, ona gelene kadar ben bi sigarayı bırakayım!" diyor ama bu boşvermişlikle maalesef sadece kendimize zarar veriyoruz. Daha bilinçli tüketiciler olmak adına yediğimizi sorgulayalım! Her yediğimiz gıdanın vücudumuza neler katacağını veyahut ondan neler götüreceğini hesaba katarak yiyelim! Böyle bir farkındalıkla belki de ister istemez daha sağlıklı seçimlere yöneliriz, kim bilir?
Hepinizi öperim!:)
D





16 Temmuz 2010 Cuma

Bugün mutfağımda...

Fotoğrafçı bünyem coştu!!! Sürekli konser fotoğrafı nereye kadar dedim ve attım kendimi mutfağa. O mini mini kabakları, o şipşirin pembe domatesleri görünce sizinle paylaşmadan edemedim. Evet bugün mutfağım böyleydi:
 Pazar alışverişimi genellikle Nazilli'deki organik bir çiftlikten veya Kartal %100 Ekolojik Pazar'dan  yapıyorum. Bu "Ye benii!" kabaklar ise Nazilli'den sipariş üzerine gelen dünkü koliden çıktı:) (Ve kendileri bugün bol domatesli ve etli dolma olacaklar:))
Bu sevimlilikten ölen  pembe domatesler de Nazilli'deki organik çiftlikten mutfağıma misafir olanlardan:)

Bir de mısır istedik Nazilli'den. Dün haşlayıp yedik afiyetle.


Bunlar da mutfağımın demirbaşlarından; Bay Karabiber ile Bayan Tuzluk. Bay Karabiber 2 senedir bizimle birlikte. Taze çekilmiş karabiberi hazır toz karabibere tercih eder olduk bu beyefendiyi aldığımdan beri.
Bayan tuzluk ise biraz daha yeni. Tuz başlığı altında size rafine tuzu kesinlikle eve sokmadığımı yazmıştım. Onun yerine Sade veya Farm City'nin deniz tuzu ile öğütülmemiş kaya tuzu kullandığımı söylemiştim. İşte bu tuz da Çankırı'da bir mağaradan çıkan,kesinlikle hiç bir rafinasyon işlemine maruz kalmamış saf kaya tuzu. Aslında yemeklere öğütmeden parça parça atıyordum ama pazarda bu şirin değirmeni görünce almadan edemedim:)






Bir de böyle bir mataram var artık. Dün Filiz'le çıktığımız çılgın alışverişle geldi o da. günde en az 2- 2.5 su içen-içmeye özen gösteren- biri olarak çantamda sürekli bir pet şişe bulunduruyordum ama bir süredir de plastik şişeden yana rahatsızlık duyuyordum. Malumunuz plastik maddeler-özellikle de ucuz olanları-uzun süreli kullanımlarda kanserojen etki yaratan maddeler. Bir de okuduğum bir haberde pet su şişelerinin BPA denilen ve pet şişeyle temas halindeyken suya da geçen bir maddenin varlığını öğreneli beri suyumu taşımak için bir alternatif arıyordum. Dün de YKM'de daha önceden Tatntitone'den bildiğim güvenilir bir marka olan Lock&Lock mataralarını görünce düşünmeden aldım.Üstelik ham maddesi %100 polikarbonat olan şişenin üzerinde kocaman "NO BPA" yazılıydı ve benim için yeterli sebepti:) Bu plastik şişe ve BPA konusunu merak edenler için buyrun linkler:
link 1

link 2

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Beyaz Şeytan: Şeker

Sevgili arkadaşlar, dostlar, kuzucuklar!
Merhaba!:)
En son nisan ayında bir yazı yazmışım, bunu farkedince bir "waow" çektim kendi kendime, "Amma olmuş yaa!" Oysaki o tuzla ilgili yazıyı size gönderdikten hemen sonra aklımda rafine beyaz şekerle ilgili bir yazı yazmak vardı. Yazdım, yazıyorum derken 3 ayı geçirmişim peh peh. Zaman dediğin su misali die sığ felsefi cümleler eşliğinde farklı mecralara akmayacağım merak etmeyin:)
Eveet, 3 beyaz: un, tuz, şeker üçlemesinin sonuncusuna geldik. (Yüzüklerin Efendisi üçlemesi gibi oldu bu da:)) Her yerde karşımıza hep aynı şekilde çıkıyor bu üçlü: "Bu üç beyazdan uzak durun!" şeklinde. Un ve tuzu zaten açıklamıştım, peki şekerin ne zararı var diyecek olursanız bana göre içlerinde en zararlısı da o. Hatta sadece bana göre değil, bir çok beslenme uzmanına göre de öyle. Dr. Ahmet AYDIN  "Taş Devri Diyeti"adlı kitabında-ki bence her bilinçli "yiyecek tüketicisi"nin okuması gereken bir kitap!-  şöyle bahsediyor:

"Şeker pancarından şeker üretilmesine iki yüzyıl önceki 'endüstri devrimi' ile başlandı. Daha önce şeker kamışından elde edilen ve ancak zenginlerin sofrasında olan şeker, böylece gelir düzeyi çok yüksek olmayanların da kolay satın alabileceği bir ürün haline geldi.
Asıl tehlike diyetteki yağ fazlalığı değil, şeker fazlalığı!
Osmanlı döneminde Türkiye'de çay şekeri tüketimi son derece azdı.Günümüzde ise tam bir unlu-şekerli gıda yeme çılgınlığı yaşanıyor."

Kitabın ileriki sayfalarında şekere neden bu kadar karşı olduğu sorulduğundaysa bir doktor olarak şekerin insan vücuduna girdikten sonra izlediği yolu, vücut içerisindeki etkilerini öyle güzel bir şekilde anlatıyor ki!
Günümüz endüstriyel gıda sektöründe tüm bu pastalar, bisküviler, gofretler ve bilimum şekerli gıdalara şeker dışında bir madde konuyor ki,o maddenin insan vücuduna verdiği zarar akıl almaz boyutlara kadar ulaşıyor. Başta herkesin şeker hastalığı olarak adlandırdığı "tip 2 diyabet"ten tut da, obeziteye,insülin direncine ve hatta kansere kadar!
Şekerden çok daha ucuz ve ondan yaklaşık 100 kat daha tatlı olması sebebiyle şu an yediğimiz her hazır gıdanın içinde mevcut olan bu zehrin adı ise "Mısır Şurubu". Veya diğer adlarıyla; Nişasta Bazlı Sıvı Şeker, Früktoz Şurubu vs. Bununla ilgili güzel bir link de burada: http://www.hafiftarif.com/2010/06/29/yuksek-fruktozlu-misir-surubu-obezitenin-mimari-mi/

Bundan 300 yıl öncesine kadar insan bünyesinin, metabolizmasının hiç tanımadığı ve alışkın olmadığı bir madde şeker. O zamanki insanların bir yıl içinde tükettikleri şeker miktarı 2 küp şeker bile etmiyormuş! Yani bizim bir bardak çayla hergün-hem de defalarca- aldığımız 2 küp şekeri adamlar 1 yılda tüketmiyorlarmış, inanılır gibi değil, değil mi? Eskiden sadece çok acı olan ilaçları insanların yutabilmeleri için içlerine konulan, altın gibi kıymetli olan bu madde bugün herkesin gün içinde bol bol aldığı bir şey olup çıktı.
Ve aslında ilginç olan bir diğer gerçek ise vücudumuzun hiç bir şekilde rafine şekere ihtiyaç duymadığıdır. Protein, karbonhidrat ve hatta yağa bile ihtiyaç duyan metabolizma şekeri hiç bir şekilde kullanmamakta, dolayısıyla depolamaktadır. Meyve ve hatta tadı tatlı bile gelmese de sebzelerin içinde doğal biçimde bulunan meyve şekerinin vücut için yeterli olduğunu savunmakta tüm beslenme uzmanları.

Yine beslenme konusunda en büyük yol göstericim Dr. Ahmet Aydın'ın kendi sitesinde şekerle ilgili yazdığı bir makale durumu çok güzel özetlemekte. Sitedeki her yazı ayrı önemde ve çok güzel kaleme alındığı için vaktiniz olduğunda arada bir göz atmanızı tavsiye ederim. Gıdaya dair bildiğimiz hemen herşeyin ne kadar yanlış olduğunu, bilinen gerçeklerin de hep eskiler tarafından uygulandığını, günümüzde güncelliğini yitirdiğini görüyorsunuz, şaşırıyorsunuz. "Ne varsa eskilerde var." lafı hiç de boş bir laf değilmiş a dostlar!:)
Şekerle ilgili makaleyi kopyala-yapıştır yapmayıp direkt link veriyorum: http://beslenmebulteni.com/besin/index.php?option=com_content&view=article&id=187:eker-uyuturucu-gibi-oelduerueyor&catid=97:obezite&Itemid=471

Bu arada Ahmet Aydın'ın kitabını okuduktan sonra etrafımdaki arkadaşlara, eşe dosta kitabı-neredeyse zorla:)-okutup, sohbet ortamlarında gıdayla ilgili konularda söze şöyle başlar oldum:" Doktor Ahmet Aydın der ki..."  :)

Peki o zaman biz ne kullanalım Derya?! diye çığlık atmayın lütfen, biliyorum; hepimiz tatlıya bayılıyoruz!:) Valla benim uyguladığım yöntemler şu şekilde:
-Bir kere hiç bir şekilde evde hazır bisküvi, kek, pasta vb.stoklamamaya çalışıyorum çünkü olunca yiyoruz! Onun yerine kendim kurabiye yapıp cam kavanozlarda saklıyorum, 15-20 gün bayatlamadan duruyorlar.
-Tabi kurabileri de şekerle değil,onun doğal alternatifi olan pekmezle tatlandırıyorum. Evet bildiğimiz pekmez,dut, üzüm hiç farketmez. Her hangi bir kurabiye tarifi yapmak istediğimde malzeme listesinde ne kadar şeker varsa ben de o kadar pekmez kullanıyorum. "Bir garip olmuyor mu?" diyeceksiniz. Bir kere zaten beyaz un yerine tam buğday unu kullandığım için kurabiyelerim hiç bir zaman beyaz olmuyor, şeker yerine pekmez kullandığımda ise oldukça esmerleşiyor ama tadı bence şekerle yapılandan daha leziz oluyor. Pekmezin kendine has olan mayhoş kokusu ve hafif meyvemsi aroması benim hoşuma gidiyor.
-Onun dışında bir diğer alternatif ise bal arkadaşlar. Sonuçta da bal %100 doğal bir gıda olduğundan şekerden çok daha sağlıklı ama bir dezavantajı var; pahalı! Kurabiye tarifindeki 1 su bardağı şeker yerine her seferinde 1 su bardağı bal koyduğunuzda mutfak bütçenizin sağlam sarsılacağını söyleyebilirim. Şekere göre pekmez de daha maliyetli olsa da yine de bal kadar koymuyor:)
-Bir diğer yol ise Arzu Aygen-Ülfet Aygen'in "Beyaz unsuz, şekersiz hamur işleri" kitaplarında bahsettikleri bir yöntem; kurutulmuş meyve kullanma. Herhangi bir kek, kurabiye vb. yaparken içine küçük parçalara ayrılmış veya mümkünse püre haline getirilmiş meyve kullanmak. Bi ara ben de deneyeceğim bu yolu, elma rendeleyerek kek yapma fikrim var, yenilebilir bi iş çıkarırsam size de veririm tarifini:)
-Ve son önerim ise; Şeker eşiğinizi düşürmek sevgili dostlar! Eskiden çay bardağına 2 küp şeker atan ben yıllardan beri büyük su bardağı boyutundaki çaya 1 küp şeker atıyorum. Hatta çayda şekeri bırakma planım olduğu için arada şekersiz içiyorum. Kahvemi sütle yapmışsam eğer süt şekeriyle idare edip hiç şeker katmıyorum. İlk başta tatsız gelse de bir süre sonra alışıyorsunuz emin olun, pek de zor olmuyor:)

Sütlü tatlılara henüz bir çözüm bulabilmiş değilim maalesef hala beyaz şeker kullanıyorum, sizin bi öneriniz varsa bana da diyiverin:)

Son olarak ek bir bilgi; Esmer Şekerin beyaz şekerden hemen hemen hiç bir farkı yok, sadece ağartma işleminden geçmemiş olduğu için eser miktarda vitamin içermekte, o kadar.

Son olarak herkesleri öper ve görüşmek üzere derim!
D
Not : Şu bahsettiğim Ta-Tu-Ta çiftliklerinden birine başvurdum ve Ağustos'un ilk haftası Datça'da kendimi 1 haftalığına organik tarıma vermiş olacağım! Dönünce fotoğraflarıyla beraber anlatırım artık.
Tekrar herkesleri öperim!

5 Mart 2010 Cuma

Tuz üzerine...

En son un ile ilgili bir yazı yazmışım. Ne tesadüftür ki bu sefer de şu herkesin uzak durmamızı söylediği "3 beyaz; un, tuz, şeker" üçlüsünden devam ediyorum.
Evet her yerde okuyoruz; televizyonda, dergilerde, gazetelerin sağlık köşelerinde yıllardır bangır bangır tekrarlıyorlar bu "ölümcül üçlü"yü.
Ve aslında unun aslında böylesine kötü lanse edilmesinin ardında yatan sebep, bizim en fakir, en az yararlı un olan "beyaz un"u kullanmamız idi, bunu geçen seferki yazımda söylemiştim. Oysaki vitamin, mineral ve lif açısından faydalı olan "tam buğday unu" hiç de öyle kötülenecek bir özelliğe sahip değil, dahası beslenmemizin en temel taşlarından biri. "Peki tuzun niye böylesine kötü bir şöhrete sahip?" diye biraz kurcaladığımda, çıkan sonuç undan pek de farklı değil.

Ben uzun zamandan beri rafine edilmemiş deniz tuzu kullanıyorum. Hani şu City Farm'ın cam kavanozlarda satışa sunduğu tuz. (Bkz. fotoğraf 1) Onu bulamadığım zamanlarda bir diğer organik ürün markası olan Sade'nin tuzunu alıyorum. Hatta şu bakkalarda turşu kurmak, salamura yapmak için koca koca paketleri 50 kuruş gibi komik rakamlara satılan kaya tuzu da aldığım oldu. Evet akıcı değil, parça parça, ama yemeklere atarken bir sorun yaşamıyorum.
Neden bu tuza yöneldim? Bir yerlerde okumuştum bir aralar; bu kullandığımız pürüzsüz, su gibi akan, mutfaklarımızda genellikle cam kavanozda(ve genellikle de içine gömülü bir çay kaşığı barındıran:)) ve yemeğe atmak için ocağın yanında duran tuz, aslında "gerçek tuz" değil diye. Yazıda onun yerine daha doğal tuz olan kaya tuzu veya rafine edilmemiş deniz tuzu kullanmamız öneriliyordu.

Peki, deniz tuzunun, sofra tuzu denilen rafine tuzdan farkı nedir, sonuçta ikisi de tuz değil mi?", diyeceksiniz. Aradaki fark o kadar büyük ki... Deniz tuzu hiçbir şekilde işlenmemiş, rafine edilmemiş, doğal mineral zenginliğini koruyan tuzdur. Sofra tuzu ise rafine edilmiştir, yani bütün mineral zenginliğini kaybetmiş tuzdur.

Tam hatırlamıyorum ama şuna benzer bir cümle de geçiyordu yazıda: "Aslında turşuluk tuz,kaya tuzu diye yüzüne bakmadığımız tuz, içindeki minerallerden arıtılmamış iyi tuzdur. Ama biz onun yerine marketlerde sadece sodyum ve klorüre kadar soyulmuş ve üstüne kimyasallar eklenmiş tuza-hem de daha çok para vererek- itibar etmekteyiz. Zaten rafine tuz kullanıldığında bozulan, kaya tuzu kullanıldığında tutan turşudan anlaşılmıyor mu hangi tuzun daha iyi olduğu?"

Daha da açmak gerekirse öncelikle "tuz" denilen şeyin ne olduğuna bakalım; NaCl. Yani Sodyum ve Klorür. Ve bu iki maddenin dünya üzerindeki tüm canlılar üzerinde hayati bir önemi var. Ağladığımızda gözyaşımız tuzludur, hatta kanımız bile tuzlu bir tada sahiptir. Vücudumuzun tuza-daha doğrusu tuzun içindeki 84 (evet yazıyla "seksen dört", bu rakama dikkat!) minerale ihtiyacı var. Hem de yaşamını sağlıklı sürdürebilmesi için düzenli olarak almasına ihtiyaç var. E o zaman neden tüm doktorlar bas bas bağrınıyor "tuzu kesin!" diye. Cevabı basit; Sofralarımızda kullandığımız tuz bu 84 minerali içermiyor da ondan!
Peki ne kullanıyoruz biz o zaman? Bunun ardında yatan hikaye de aslında yine dönüp dolaşıp endüstrileşmeye dayanıyor. Bir alıntı yapayım:
"Bugün kullanılan tuzların çoğu büyük endüstriyel firmalarca üretilmektedir. Üretilen tuzun %93’ü sanayi proseslerinde ve %7’si besin olarak kullanılmaktadır. Tuz ya geniş yer altı yataklarından ya da deniz/göl sularından rafine edilerek elde edilmektedir. Tuz içindeki safsızlıkları uzaklaştırmak ve mineralleri çıkararak tuzu daha çekici ve homojen  yapmak için rafine edilir. Rafinasyon ile tuzun görünümü güzel ve akışı kolay olur, ancak içerdiği 84 minerallin 82’si uzaklaştırılmış olur.Endüstriyel prosesler sadece sodyum ve klor içeren tuz gerektirir. Uzaklaştırılan 84 elementin 82’si yan ürün olarak ilave gelir getirdiğinden ayrı satılır.(*) Örneğin bor motorlarda vurmayı azaltmak için petrol katkısı, kimyasal gübre vs. olarak kullanılır. Tuzdan uzaklaştırılan kimyasallar ve mineraller plastik yapımında kullanılır. Sonuç olarak, rafine sofra tuzları sadece sodyum klorürdür, diğer tüm yararlı element mineralleri uzaklaştırılmıştır.
Kimyasal katkı maddeleri alüminyum hidroksit ve alüminyum silikat (%1) tuzu beyazlatmada ve paketlemede  su emmesini önlemek için ilave edilir. Böylece tuz kolay akar, iyot ve iyotlu (potasyum iyodür) dengeleyiciler (50 mg/kg) de ayrıca ilave edilir. Rafine tuzun su emmemesi, tuzun vücudumuz tarafından uygun şekilde absorplanmasını da engeller. Bu yüzden rafine sofra tuzu zararlıdır. Rafine tuz içindeki kimyasal katkılar, vücudumuzun tuzu emmesi ve işlemesini zorlaştırır. Sonuç olarak rafine tuz vücudumuzda birikir. Tuzun bir kısmı damar duvarları, arterler, beyin, idrar yolları, cinsel organlar, bez sistemleri veya kemiklerin eklemlerinde birikerek problemlere yol açabilmektedir. Sonuçta bu bölgelerin kırılgan olmasına ve hayati vücut fonksiyonlarının zayıflamasına neden olabilmektedir."
(*)Yani canım arkadaşlarım, adamlar tuzun içinde zaten alabileceğimiz mineralleri çıkarıp, onları da bize ekstra olarak satmaktalar.
Sonra bi de akışkan olsun, aman efenim bembeyaz olsun diye eklenen kimyasallar cabası. Benim aklım şunu bir türlü almıyor: Neden tuzun içindeki yararlı mineralleri çıkarıp, yerine zararlı kimyasallar eklersin ve bunu tüm dünyaya "tuz" diye satarsın?Bırak olduğu gibi kalsın, değil mi? Ve nasıl olur da tüm dünya  hiç sorgulamadan bunu böyle kabul edip kullanır? Şu para nelere kadir! Tabi olan yine bize olmakta orası ayrı!

Prof. Doktor Ahmet Aydın (ki kendisi aşmış bir kişilik, inanılmaz bir bilgi denizidir, yazılarını sürekli takip etmekteyim.), Beslenme Bülteni'nde yayınladığı yazıda şöyle belirtmiş:

" Dünyadaki tuz üretiminin %93-94'ü direkt olarak endüstriye gidiyor.
Tuzsuz ne plastik, soda, yumuşatıcılar, deterjanlar, ne de yağlar, üretemezdik. Kimyasal ayrıştırma işlemleri için ise sadece NaCl gerekli. Bu işlemler için doğal tuzun içindeki diğer elementler kimyasal reaksiyonları etkileyeceğinden önce rafine işlemleri ile diğer maddeler ayrıştırılıyor ve geriye sadece  NaCl kalıyor. Bu işlemler için ayrıştırılan tuz'dan endüstride kullanılmayan %6'lık kısımda gıda sektörüne aktarılıyor.
Bu yüzden de eskiden uğruna savaşlar verilen tuz, diğer adıyla beyaz altın, artık çok ucuza her yerden elde edilebiliyor. Ama elinize geçen tuz artık gerçek tuz değil, elinizde bir artık mahsul tutuyorsunuz. Bu da yoğun agresivitesinden ve fiyatından dolayı gıda sektöründe gıdaları uzun süreli muhafaza etme işleminde, konserve işleminde kullanılıyor ve tüm hazır gıdaların uzun ömürlülükleri bu şekilde sağlanıyor. Kalan bir kısım da yemek tuzu olarak sofralarımıza geliyor.
...Tuza, kimyasal isimleri çok fazla yer tutacağından üzerinde hiçbir zaman yazılmayan ve zaman zaman harfler ve rakamlarla kısaltılan (E-530, E-533, E 550 gibi) maddeler de ilave ediliyor. Mesela sofra tuzunun iyi serpilebilmesi için alüminyum hidroksit ilave ediliyor. Ve bu tuzu çocukluğunuzdan itibaren yiyorsanız, Alzheimer hastalığına yakalanma şansınız da yüksek. Beyninizde sinir iletişim hatlarında içtepiler iletilemedikçe, adınızı bile hatırlayamazsınız."

Yani diyeceğim odur ki canım arkadaşlarım; yine kandırılıyoruz! Yapmamız gereken biraz daha gözümüzü açmak ve hep yaptığımız gibi bir de etiketin altına bakmak. 
Tabi bunu söylerken sinir olduğum başka bir konu daha geldi aklıma. Bunları araştırıp öğrendikçe, doğal olarak çevremdekilerle paylaşma, onların da olup bitenlerden haberdar olması gibi bir isteğe kapılıyorum.(Ne garip değil mi?:P) Sonra oturup "Ulan amma kandırılıyoruz haa! Vay bee, hakkaten öyle miymiş?"li konuşmalara gark olur iken biri çıkıp şöyle diyor "Ya Derya bırak Allah aşkına, tüm dünya bunu böyle kullanıyor da bi biz mi farkındayız?" Hah işte o anlarda böyle tiksintiyle karışık bir acıma ile hep şunları söylemek istiyorum: (ama fazla sinirli olduğum zamanlarda kitlenip kalırım ben.)
"Canım kardeşim, bana şu cümleyi sarfederek aslında sen de şu anda kapitalizm ve tüketim üzerine kurulmuş düzenin içindeki bir çark olduğunun farkında değilsin. Sana bu cümleyi söyleten şey, gıdayla ilgili işin iç yüzün araştıran, daha iyiyi, daha doğalını elde etmek için uğraşan insanları "kafayı organikle bozmuş, "sağlıklı yaşama takmış" gibi laflarla etiketlemenizi de istemekte. Böylelikle onlar normal, "araştıran takıntılar" ise anormal olarak algılanacak toplumda. Böylelikle de siz "normaller" gönül rahatlığıyla işlenmiş, rafine edilmiş, raf ömrü uzatılsın diye dünyanın kimyasalı, katkı maddesi eklenmiş gıdalarınızla bir ömür (artık ne kadar uzun ve sağlıklı olur orası bi muallak!) mutlu mesut yaşarsınız."
Oh bee, buradan yazmak bile bi rahatlattı beni:) Şimdilik benden bu kadar canlar. Herkese temiz, adil ve doğal gıda ile sağlıklı yaşamlar diler, gözlerinizden öperim!
Not: Doğru dürüst tuz kullanın, adam olun ulan!! :D
Not 2: Yukarıda alıntıladığım yazıların tamamı çok okunası, o yüzden zamanı olanlar linklere tıklayıp okurlarsa iyi olur (ben mesela tuz lambası almaya karar verdim:))
Buyrun linkler:
Beslenme Bülteni: http://www.beslenmebulteni.com/bes/index.php?option=com_content&task=view&id=99&Itemid=312
Tuz üzerine önemli bir yazı: http://www.ailem.com/templates/library/2851.asp?id=11980
Realage sitesi(testini de yapın:)): http://www.realage.com.tr/v2/Deniz-Tuzu-Mu-Sofra-Tuzu-Mu-Daha-Yararli_2_27200_3.htm

Sevgiler!
D
 
Copyright © 2010 Ekim Hasadı. All rights reserved.
Blogger Template by