31 Aralık 2011 Cumartesi

Welcome 2012

2011'de bloğumu çok güncellemeyemedim, siz gezmekten diyin, ben zamanımı efektif kullanamadığım için diyeyim:) Neticede ben kendi adıma 2012'de daha çok yazmak, daha çok gezmek:), daha çok fotoğraf çekmek ve daha çok keyifli vakit geçirmeyi diliyorum dostlarla. 2012'de herkesin gönlünden geçenlerin gerçekleşmesi dileğiyle...
Not: Bu tarçınlı, zencefilli, tam buğday unundan ve şeker yerine pekmez kullandığım yılbaşı kurabiyeleri henüz fırından çıktılar ve şimdi de Ayçalar'a gitmek üzere paketlenecekler. Tatmak isteyen olursa, seneye görüşelim;)

21 Aralık 2011 Çarşamba

Şu ünlü "muffin"ler

Fotoğrafta gördüğünüz benim mutfağımdan bir köşe. Masanın üstündekiler ise bir ara herkese zorla yedirip bıktırdığım sevgili muffinlerim.
İstanbul'da olup da muffinimden tatmayan kaldı mı? Bir ara her gittiğim arkadaşıma kolumun altında bir muffin kutusuyla gittiğimi hatırlıyorum. Klasik muffin tarifinin üstünde ufak değişiklikler yapıp etrafımdakileri denek olarak da kullandım, itiraf ediyorum:)
Usta şefler mutfak sırlarını pek söylemek istemeseler de ben burada tarifimi kamuya açıyorum ey ahali! Maksat herkes muffin yesin, muffin yedirsin:)

Not: Klasik tarifin yanında benim uyguladığım alternatif tarifi -ki daha sağlıklı elbette-parantez içinde yazıyorum.

Klasik Muffin (12 adet)
-2 su bardağı +1yemek kaşığı beyaz un (2 su bardağı tam buğday unu)
-2/3 su bardağı tozşeker ( 2/3 su bardağı pekmez - üzüm, harnup vb. hiç farketmez.)
-2 yumurta - oda sıcaklığında
-2/3 su bardağı sıvıyağ (z.yağı ya da fındık yağı kullanıyorum.)
-1 su bardağı süt
-1 paket vanilin
-1 paket kabartma tozu ( 1 çay kaşığı karbonata bir kaç damla limon damlatıyorum ben)

 Temel malzemeler bu şekilde. Bunu böyle yaptığınızda sade muffin elde ediyorsunuz. Ben tabi ki şu kombinasyonları daha çok kullanıyorum. Bu malzemelere ek olarak;
-2 kaşık kakao+çikolata kırığı / kuru vişne / kuru üzüm
-1 rendelenmiş iri havuç + 1 çay bardağı ceviz kırığı + 1 çay kaşığı tarçın

Yapılışı ise dünyanın en basit kek tarifine örnek olabilir; kuruları ayrı bir kapta, sıvıları ayrı bir kapta karıştırıyorsunuz. Öyle miksere falan gerek yok, çatalla çırpıp bir karışımı diğer karışım üzerine ekliyor ve bekletmeden muffin kağıtlarına paylaştırıyorsunuz. (Muffin kağıtlarının içinde dağılmadan durabilmeleri için şu şekilde bir muffin kabına ihtiyacınız var, tabi bir de muffin kağıtlarına.) Önceden 180 dereceye ısıtılmış fırında 20 dakika pişiriyorsunuz.
Öperim herkesi!
Not: Sağlıklı beslenin adamı hasta etmeyin!:P





31 Ekim 2011 Pazartesi

2011 Ekim'i biterken...

Bugün ekim ayının son günü, ucundan bucağından yetişmem lazım diye koşarak geçtim bilgisayarın başına. Madem adım "Ekim Hasadı" bu ay içinde birşeyler yazmalıyım diye düşündüm. En son nisan sonu yazmışım, dolayısıyla bir "höh!" diyorum kendime. Ama durun bir dakika; mazaretlerim vardı! Geçen nisandan beri ne yaptın diye soracak olursanız bi kere başta "Gezdim." diyeceğim. Benim mazaretim de anca böyle olur zaten:) Şaka bir yana şu son 6 aydır- evet biliyorum siz duymaktan bıktınız, ben söylemekten bıkmadım ama gerçek!- çok yoğunum, hala yoğunum. Önce yazı Bozcaada tatiliyle açıp, 15 gün İsrail ardından 20 gün İzmir'le sonlandırdım. Kesmedi üstüne bir de Ankara ve Trabzon yaptım. Sonbaharı ise resmen 3 hatta 4 ayrı mesleğe bölünmüş şekilde geçirmekteyim; - çoğunuz biliyorsunuz zaten- Türkiye menajerliğini yaptığım İsrailli metal grubu Orphaned Land'in PR işleri, tur menajerliği (eylül ayı içinde 2 defa Türkiye'ye geldiler ve ben de onlarla ve ayarlanması gereken bir sürü işle ilgilendim.)  ve bir takım başka projeler üzerinde çalışıyor, tüm yaz çektiğim "Belgesel düğün fotoğrafçılığı" nedeniyle neredeyse her hafta sonu ayrı bir düğün çekimi yapıyor (bkz. www.deryaengin.net ) ve bir yandan da sabahtan öğlene kadar okula gidip örtmen oluyorum:) Dolayısıyla bölünmüş şizofrenik bir hayatın eşiğindeyim a dostlar! Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de yazarı olduğum online müzik dergisi www.delikasap.com ' a röportaj yapıyor, fotoğraf çekiyor, makale yazıyorum. Günde 5 saat uykuyla yaşanabiliyormuş, bunu da kefşetmiş oldum bu sayede:) Şimdi anlamışsınızdır herhalde neden bu kadar sık güncelleyemediğimi bloğu. Özellikle eylül ve ekimi böyle çılgın bir tempo içinde geçirdim, hepinizi özledim, bir çoğunuzla oturup bir kahve bile içemedim "Evde editlemem gerekn fotoğraflar var." bahanesiyle. Ama emin olun aklımın bir köşesi sürekli ekim hasadı için başlıklar ve yazılar döndürüyor. Onlar da yakında burada olurlar, merak buyurmayınız;) Şimdilik bir kaç güzel ekim fotoğafıyla idare ediniz lütfen. Öperim hepinizi!:)





26 Nisan 2011 Salı

Tuz Lambaları

Benim de artık tuz lambam var, oh la laa!:) 10 gündür evimizde gece gündüz demeden yanıyorlar. Emre'yle geyiğimiz oldu: "Hadi eve gidelim de negatif iyon alıp rahatlayalım." şeklinde:)
Uzunca bir süredir aklımda vardı zaten bir tuz lambası almak ama gidince dayanamayıp 2 tuz lambası, bir de  tuz mumluk aldım. Lambaların birini salona (televizyon, dvd, ses sistemi ve bilimum lambaların olduğu yoğun bir elektrikli alet odası olması sebebiyle), diğerini de yatak odasına koydum. Mumluğum da çalışma odasında bilgisayar ekranının yanında yerini aldı.
"İyi hoş da nedir bu tuz lambası?" diyorsunuz biliyorum:) Valla benim de aklıma ne zaman, nereden girdi bilmiyorum ki aslında bu tarz şeylere oldukça şüpheyle yaklaşırım. İlk duyduğumda da "Tuz lambaları eksi iyon mu yayıyormuş? Hee tabi tabi, dikiz aynasına da CD asınca radara yakalanmıyorsun." gibi sarkastik bir yaklaşım içine girmiştim:) Ama sonra okuyup araştırınca işin iç yüzünü öğrendim. Özet olarak şöyle diyebilirim: Doğada bulunan negatif ve pozitif iyonlar (bu bildiğimiz elektriklenmeye sebep olan zımbırtı) belli bi dengede bulunmakta. Ama bizim içinde bulunduğumuz modern yaşamın bir getirisi olarak etrafımız bir sürü elektronik aletle çevrili ve bu durum ortamdaki pozitif iyonları inanılmaz biçimde artırmakta. Pozitif iyonunsa insan vücudu üzerinde çeşitli olumsuz etkileri var. Uzun uzun yazmayacağım nitekim Genetik Bilimi sitesinde negatif ve pozitif iyonlara dair çok güzel bir yazı  bulunmakta,  okumak isteyenler buraya tıklayabilir.
İnternette biraz araştırıp da tek parça kaya tuzlarının içlerinin oyulup lambaya dönüştürüldüğünü ve bunların da ısıyla beraber ciddi anlamda negatif iyon yaydığını, bununla ilgili çeşitli deneyler yapıldığını da gördükten sonra kafaya koydum almayı. Bir arkadaşım bir süredir çocuklarının odasında kullandığını ve uyku problemi yaşayan minik oğlunun uyku düzeninin normale döndüğünü söyleyince "Derya kızım, git al artık!" dedim kendi kendime. Önce bi "google"ladım, tuz lambası satan bir sürü site çıktı karşıma. Kimi gerçek Himalaya Tuz Lambası sattığını iddia ediyor, kimi de Çankırı'dan çıkan kaya tuzundan yapmış lambayı. Hangisi daha iyidir diye soracak olursanız bir şey diyemem fakat sonuçta önemli olan kaya tuzu bence, dolayısıyla Himalaya veya Çankırı olması bence pek önemli olmasa gerek. Sonuç olarak kaya tuzu denilen mineral her nerede olursa olsun milyonlarca yılda oluşmuş. Her ne kadar benimkiler Himalaya tuz lambası olsa da, gittiğim yer Çankırı tuz lambası satıyor olsaydı, ondan alıp gelirdim.
Önce internetten almak üzereyken bi ara sitenin birinde Kadıköy'de bir dükkanları olduğunu görünce gidip kendim alayım o zaman dedim. "Kendi ellerimle seçeyim lambamı. Sonra bi yalayayım, hakikaten tuz mu değil mi?:P"
Bu arada araştırırken bazı ülkelerde depresyon hastalarına tuz lambası almalarını önerdiklerini, kimi otellerde  duvarları tamamen kaya tuzuyla kaplanmış "tuz odaları" oluşturduklarını ve bu odalarda çeşitli bağırsak, sindirim, solunum hastalığından muzdarip kişilerin belirli sürelerde kaldıklarını da öğrendim. Hatta şu "iyonizer" saç düzleştiricileri, klimalar vb. şeylerin kaya tuzunun yaydığı negatif iyondan esinlenilerek üretildiğini bile okudum bir yerlerde. "Vay be, şu tuz nelere kadirmiş?"dedim.
Sonuç olarak artık negatif iyonunu mütemadiyen alan huzurlu bir bünyeyim. Ha ha haay, çatlasın düşmanlar, benim de artık bir tuz lambam var:P
D
Not: Giderayak bir kaç da link vereyim;
Negatif iyonun insana etkileri: buraya tıkla.
Tuz lambalarının faydaları: buraya tıkla.

19 Mart 2011 Cumartesi

Hint Mutfağı ve Tatlı Mısır Çorbası



Kızlaar!:)
Biliyorum özlediniz beni! Görüldüğü üzere mütevaziliğimden hiç birşey kaybetmiş değilim:)
Evet aylar oldu, farkettiğiniz gibi tembelliğimin doruklarındaydım ve tüm kış ne bloğuma birşey ekledim ne de size mail attım. Hatta doğru dürüst fotoğraf bile çekmedim. Bir nevi kış uykusundaydım diyelim. Ama bu kış mahmurluğunu atmak için bir ara kalkıp Hindistan'a da gitmedim değil! :P
Evet bir çoğunuz zaten biliyorsunuz,geçen ay Hindistan'da bi 10 gün geçirdim. Görüştüğüm siz sevgili arkadaşlarımdan bir kısmını bitmez tükenmez anılarımla esir de ettim:) "Gezdiğin gördüğün senin olsun, yediğin içtiğini anlat." diyorsunuz (evet evet, diyorsunuz, sadece farkında değilsiniz:P),e başlıyorum o zaman!:)
Hindistan garip bi ülke! Bu kadar, dağılın şimdi!:P
Şaka bir yana adamların hakikaten bizimkilerden oldukça farklı bir yemek kültürü var. Hint mutfağı denen şey orada kaldığım 10 gün boyunca zaman zaman zorladı bendenizin bünyesini, zira adamlar herşeyi deliler gibi baharat ve acıyla yedikleri için arada kulaklarımdan alev çıkmadı değil:)
Hint mutfağı hakkında uzun uzadıya bir brifing verme niyetim yok meraklanmayınız:) Yalnız ilgili çekici bir kaç detaydan da bahsetmeden geçemeyeceğim:
-Kahvaltıda peynir, domates, salatalık yok arkadaşım! İlk 3-5 gün tamam da sonrasında dayanamayıp kaldığımız otellerde kahvaltı esnasında peynir ve domates istedim ve garip bakışlara maruz kaldım!
-Kahvaltıda genelde tropik meyvelerin yanında kızarmış hamur ve -her zamanki gibi- bol baharatlı, sebzeli ve acılı krep yiyorlar. Bakınız şekil 1 A ve B:


-İnanılmaz bir baharat kültürü var ve yemeklerin hepsinde çeşitli baharat karışımları kullanıyorlar ve bu karışımlara "masala" diyorlar ama milyon çeşit masala var ve bir şey sipariş ettiğinizde nasıl çıkacağı tam bi muamma:)
-En ünlü çayları "chai masala" ve sütlü servis ediliyor.Eski İngiliz sömürgesi olmanın bıraktığı bi hatıra olsa gerek dedik süt olayına.
-"Chai" bildiğimiz çay diye okunuyor ve Yunanca'da da çaya aynen çay dendiğini söyleyip orada Yunanca-Türkçe-Sankritçe ilişkisi üzerine kısa çaplı bir muhabbet çevirdik, bir sonuca varamadık tabi:)
-Ülkenin yaklaşık 3/4'ü Hindu ve Hindular kesinlikle et yemiyorlar. Etten kastettiğim tüm et ve balık ürünleri. Dolayısıyla her yerde "Vegetarian Restaurant" tabelalarıyla karşılaşıyorsunuz. Kimi restaurantlarda et yemeği servisi yapılsa da et ve sebze pişirilen mutfakları ayrı.
Her neyse gelelim şu ünlü çorbamıza; bir "Sweet Corn chicken soup" yedim ki sormayın:) Türkçesi "Tavuklu tatlı mısır çorbası" diye çevrilebilir. Orada yerken tarifini sormak aklıma gelmedi fakat tadı damağımda kaldığından geldiğimden beri "yapıcaaam, yapıcaam" diye dolanıyodum ortalıkta:) En nihayetinde geçen gün nette yaptığım ufak çaplı bir araştırma sonucu, yediğim çorbaya en uygun olabilecek tarifi biraz da Türk işi ufak bi dokunuşla uyguladım: Sonuç çılgın!:) Evet, oradaki tadı ilk denemede yakaladım ve şiddetle tavsiye ederim kızlar; böyle bir lezzet yok:)
Şimdi tabi ki kişi benim gibi gıda psikopatı olunca en başta "Acaba hangi mısırı kullanmalı, hangisi yurtdışından ithaldir, hangisi yerli tohumdur, yerliyse GDO'lu olma ihtimali var mıdır?" diye dertlenmemek elde değil. Sordum soruşturdum ve şu linkten Penguen marka konserve mısırların yerli tohum olduğu bilgisine ulaştım. Dolayısıyla tercihimi ondan yana kullandım.
Neyse gelelim tarife. Bu kadar ayıla bayıla anlatıyorum diye çok zor sanmayın. Hem çok basit hem de topu topu 10 dakikamı aldı hazırlaması. Buyrun tarif burada:
Tavuklu Tatlı Mısır Çorbası
-1 tavuk göğsü
- 1 litre su
-1 kutu tatlı mısır konservesi
-2 diş sarımsak
-1 yumurta
-1 yemek kaşığı mısır nişastası
-1 havuç
-yarım avuç tel şehriye
-tuz

 Yapılışı:
Tavuk göğsünü ve iki diş sarımsağı 1 litre suda iyice haşlayın. Sonra tavuğu ve sarımsakları sudan çıkarın, bir köşede soğumaya bırakın. Ocaktaki suya mısırları ve tel şehriyeyi atıp kısık ateşte pişirin. Ayrı bir kapta 1 yemek kaşığı nişastayı 1 bardak su ile karıştırın. Tavuk göğsünü minik parçalara ayrın, 2 diş sarımsağı da iyice bir ezin, zaten elinizde dağılıyor. Sonra tavukları tekrar ocaktaki suya ekleyin. Üstüne sulu nişasta karışımı ekleyip karıştırın. Ayrı bir kaba yumurtayı kırın ve çok hafifçe çırpın, yani omlet yapar gibi sarısıyla beyazını iyice karıştırmayın. Burada amaç yumurtayı ocaktaki çorbanın içine döktüğümüzde yumurta akının suyun içinde pişmesi ve tel tel olması. Hafif çırpılmış yumurtayı ocaktaki çorbanın içine döküp hızlı hızlı karıştırın ve yumurta akının çorbanın içinde tel tel olmasını sağlayın. Son olarak tuzu ve rendelenmiş 1 havucu çorbaya ekleyip 3-5 dakika daha pişirip ocağın altını kapatın. Oy elimize sağlık!:)
Not: Burada havucu altını kapatmadan hemen önce eklememin sebebi benim havucu hafif diri seviyor olmam, siz iyice yumuşasın istiyorsanız biraz daha pişirebilirsiniz.
Not 2: Tel şehriye de benim çorbaya kattığım Türk dokunuşu:P


Bu arada mailim de bildiğin yemek bloğuna döndü:) Ama merak etmeyiniz, performansımdan hiç birşey kaybetmedim ve en kısa zamanda felaket tellallığıma geri dönüp "Var ya aslında hede hödö çok zararlı, onu sakın almayın, bunu sakın yemeyin!" söylevlerime başlayacağım. Ama önce bi çorba içelim istedim:)
O zamana kadar herkesi öperim! Kendinize iyi bakın, iyi gıdayla beslenin;)
D






 
Copyright © 2010 Ekim Hasadı. All rights reserved.
Blogger Template by